4 Nisan 2024 Perşembe

Ressamların posta güvercini: Kartellino

Bir sanat eserinin karşısındaki estetik deneyim her izleyici için ayrıdır. Hatta aynı izleyicinin, aynı eserle her karşılaşması ayrı bir estetik deneyim olarak değerlendirilir. Bu deneyimi belirleyici kılan etkenler sonsuz ve değişkendir. Çoğu zaman sanatsever sanatçının vermeye çalıştığı mesajı kavrayamadığını düşünerek, estetik hazzı tümüyle yadsıyabilir. Oysa sanatçılar eseri yapıp, izleyici ile aradan çekilirler. Kişi sanat eseri ile yalnızdır ve yaşadığı her şey kişisel dünyasına içkindir. Fakat klasik dönemde sanatçılar eserlerine bakan gözlere küçük notlar eklemeyi de ihmal etmemiştir. Terminolojiye kartellino (cartellino) olarak geçen bu notlar, İtalyanca da küçük kağıt parçası anlamına geliyor. 


Kartellino, Orta Çağ 'dan itibaren eserlerde yer alan, fakat ağırlıklı olarak Rönesans'ta karşımıza çıkan bir uygulama. Tablodaki bir duvara ya da sanatçının uygun gördüğü bir yere çivi , balmumu ve perçinle iliştirilmiş parşömen ya da kağıt parçası. Tabi bunu sanatçı fırça ve  boya ile ilüzyonist bir tavırla gerçekleştiriyor. Neticede bir tuvale ya da heykele  gerçek bir çivi çakılması için en azından iki dünya savaşının geçmesi gerek. Sanat tarihinde "ben yaptım oldu" nun  klasik çağın mottosu olması mümkün değil. 


Kartellino'lar sözcük oyunlari, ressam veya resim hakkında kısa bir metin içerebilirler. Bu bağlamda ilk örneğimiz. VIII. Henry'nin gözdesi, geleneksel Türk halısı literatürüne adını yazdıran Hans Holbein'ın  imzasını taşıyor.  Holbain 1532 tarihli bu tabloyla,  Hansa tüccarlarından Georg Giese'nin bir portresini bize yadigar bırakmış. Resimde bir semboller silsilesi mevcut. Tablonun bütün dökümünü yapmak bu yazının maksadını aşmasına sebep olabilir. Şaka değil bu resmin sembolizmi üzerine yazılmış onlarca makale, onlarca tez var. Yine de birkaç ayrıntıya değinmeden asıl konumuza geçmeye de gönlüm elvermiyor. Tabloda masa üzerinde (sol altta bulunan) biberiye dostluğu simgeliyor.  Biberiye tüccarın Ingilizlerle olan dostluğuna bir gönderme. Elinde tuttuğu notta Orta Saksonya'da konuşulan bir Almanca ile "Dem Erszamen/Jorgen gisze to lunden/in engelant mynem/broder to handen" (Kardeşime teslim edilecek), İngiltere'de Londra'da bulunan saygıdeğer Jorgen Gisze")  ifadesi okunuyor.  Duvara balmumu ile tutturulmuş Kartellino 'da Latince bir beyit yazıyor. Süslü bir anlatımla George Giese'nin özellikleri, 34 yasında oluşu ve resmin yapıldıgı 1532 tarihi belirtilmiş. 



 XVI. yüzyıl Venedik ekolünün yıldız ailesi Bellini'lerden Giovanni Bellni'ye ait Doc Leonardo Loredan portresi kartellino'lu eserlerimizden bir diğeri. Heyecana mahal yok portecilik ailenin alameti farikası, fakat Fatih Sultan Mehmet 'in portresini yapan Bellini, bu Bellini'nin ağabeyi Gentile. Belliniler ailecek sanatla meşguller ve Venedik'te oldukça meşhurlar. 
Tablodaki Leonardo Loredan Osmanlı tarihinden tanıdık geliyor olmalı. Tanıdık gelmeyenlerin hafızasına biraz ilham vermek gerekirse varlıklı bir ailenin iyi eğitim almış bir çocuğu Loredan. Ticaretle başlayan kariyerine, hırs gerektiren davaları kazanan bir avukat olmayı eklemiş, Venedik soylularından birinin kızıyla da evlenince siyasi kariyer kucağına düşüvermiş. Fakat Venedik Docu olduğu sırda, Venedik Osmanlı ile mücadele ettiğinden siyasi kariyeri toprak kaybıyla başlamış, yetmemiş Papa II. Julius'la anlaşmazlığa düşmüş. 1516'da Venedikli Yahidleri zapturapt altına almayı kafasına koyuyor ve Venedik Senatosu'ndan çıkartığı kararla dünyanın ilk "getto"sunu kuruyor. Bugün birçok dilde kullanılan "getto" kelimesinin  geldiği yer de böylece Venedik, müsebbibi de Loredan oluyor. 
Leonardo Loredan'ın portresine geri dönersek esvabından anlayacağınız üzere bu doçun resmi bir temsili. Keten üzerine brokarlanmış ve tepede boynuz benzeri bir sivriliğe sahip olan başlık "corno ducale" olarak adlandırılan resmi nitelikli bir aksesuar. Üzerinde doğuya özgü desenler taşıyan resmi doc cüppesi var. Venedik doğuya açılan bir liman olarak, çağı için oldukça gizemli sayılan doğunun moda anlayışından da etkileniyor haliyle. Antik Roma'nın büstleri gibi katı bir form sunan portrenin altına iliştirilmiş Kartellino'da IOANNES BELLINVS  yani Giovanni Bellini'nin Latince hali yazıyor. Latincenin modern döneme dek entelektüel dünyayı temsil ettiğine dair de bir kanıt aslında bu kartellino. 



İçine kartellino iliştirilmiş bir diğer eserimiz "Kuzeyin Leonardo'su namıyla maruf, sanat tarihçilerin ve felsefecilerin kalbini güm güm attıran Albrecht Dürer'in Adem ve Havva'sı. Bilindiği gibi gravürün yüksek sanat haline gelmesi Albrecht Dürer'in ustalığından kaynaklanır. Eser cennetten düşmeden bir an önceyi tasvir ediyor. Gravürde teori ve pratik açısından tam bir entelektüel şölen yaşanıyor. Öncelikle Dürer'in peşinde koştuğu ideal Rönesans insanının kadın ve erkek bedeninde izleyiciye sunulması söz konusu. Dürer bu meseleye tahmin edeceğinizden çok daha fazla takıntılıydı ve bu uğurda uzun mesafeler katedip birçok araştırma yapmaktan çekinmiyordu. Hipokrat'tan Galen'e anlata anlata bitiremeyeceğimiz Dört Mizaç teorisine ilişkin sembollerse apayrı bir yazı olacak kadar geniş bir konu. Asıl mevzumuza dönecek olursak Kartellino bu defa bir levha olarak Adem'in elindeki hayat ağacına (üvez) bağlı şekilde duruyor. Kartellino'yu hayat ağacına asmak eserin ölümsüzlüğüne yapılan bir atıf. Nitekim zaman Dürer'i haklı çıkarıyor ki bu fani bu satırları kaleme alıyor. Levhada  Albrecht Dürer noricus fecibat 1504 ifadesini okuyoruz. Bu tabelada kuzeyli kimliği ile övünen, aynı zamanda Latince kullanarak antik kültüre ve Rönesans normlarına hakim olduğu mesajını veren bir adam görüyoruz. Doğrusu bu meydan okuma son derece yerinde...Zira ressam, bilim insanı, gravör, kuyumcu ve simyacı olarak etkileyici uzmanlıkları olan Dürer'in ideal Rönesans insanı olmadığını kim iddia edebilir ki? 



 
Kartellino'ların modern zamanlarda buharlaşıp uçtuğunu düşünüyorsanız, bu düşünceye Meksika'nın devasa cüsseli, Komünist ressamı Diego Rivera örneğiyle veda etmenizi tavsiye ediyorum. Frida Kahlo'nun büyük aşkı, Troçki süikastindeki karanlık karakterlerden biri olan Rivera 1915'te yaptığı Zapatista Manzarası adlı çalışması ile bu meyanda ufkumuza projektör tutuyor. Esere bakınca Kübizm Paris'te doğmuş, doğar doğmaz da Paris'ten koşar adınm çıkıp Meksika'ya varmış gibi bir his uyanıyor insanda. Bütün kübik resimler gibi zaman mefhumunu tuvale aktarmayı hedefleyen Zapatista Manzarası' nda sahibini arayan bir fötr şapka, bir tüfek, ağaç kümeleri dikkat çekiyor. Bir resim daima, bir resimden fazlasıdır. Sağ alt köşede tuvale çivi ilüzyonuyla iliştirilen bir beyaz kağıt görülüyor. Beyaz kağıt, Meksika'ya özgü doygun mavinin üzerinde keskin bir kontrastla bakışı üzerine topluyor. Fakat o da ne kağıt boş. Rivera bilinçli bir tercihle Kartellino'yu boş bırakmış. 1915'te milyonlarca Meksikalı okuma yazma bilmiyor, ülkenin karanlık ve umutsuz dönemlerinden biri yaşanıyor. Hal böyleyken anlatılmak istenen tabloda ve bu son derece yeterli. Kartellino bizzat eserin kendisi diyor kızgın adam Rivera. Haksız mı? 







3 Ağustos 2023 Perşembe

"Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler" Kalyon Kültür'de!

 İstanbul'un orta yerinde, Neogotik bir konakta, 23 bağımsız sanatçı ve 50 eser ile "Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler" e katılmaya ne dersiniz? Küratörlüğünü bizzat şahsımın üstlendiği sergide daha yaşanılabilir bir dünyayı tahayyül edip, heyecanımıza ortak olmak için 15 Ekim 2023 son tarih! Fakat siz o kadar da beklemeyin, gelin hep birlikte tarihi Taş Konak'ın 19. yüzyıla ışınlayan atmosferinde ileri dönüşüm malzemelerden sanatın geleneksel tekniklerine uzanan bir seçkide buluşalım. İyilik İçin Sanat Derneği ve Kalyon Kültür işbirliği ile gerçekleşen sergide yer alan sanatçılar ise şöyle sıralanıyor: Alla Güner,  Artağan Pektaş, Asiye Yüce, Cengiz Üstün, Dilan Kapar, Elvan A. Güven, Gonca Göde, Gülçin K. Nevruz, Gülin Meşe, Hicran Aksöz, İpek Erfidam, Kerem Topuz, Melek Kaya, Nida Nur Erdoğan, Pelin Pekercan, Pınar Bora, Rabia Yıldırım, Seher Bedia Yılmaz, Şimal Bilgiç, Tolga Turan, Uygar Eren Kurt, Zeynep Yazıcı.



İklim değişikliği, pandemi, deprem, göç gibi geniş kitleleri etkileyen mefhumların kişisel belleklerdeki kesişimine odaklanan sergi üç serili  bir döngüde  sunuluyor. Tüketim, Yaban Hayatı, Yolculuk gibi alt başlıklardan meydana gelen Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler’de  gündelik hayatın tanıdık tasavvurları farklı malzeme ve tekniklerle görselleştiriliyor. Pentür, heykel, seramik gibi sanatın geleneksel temsillerinin yanında kolaj, video, dijital sanat, ileri dönüşüm uygulamalarıyla da disiplinler arası bir aktarımla sanatçılar arayışlarını sadece anlatım diliyle değil, tekniğin imkanlarıyla da çok katmanlı bir sorgulama alanı haline getiriyor. 

İstanbul bütün zamanlar boyunca farklı frekansların aynı notada buluştuğu eşsiz bir senfoni. Her sokağın ayrı melodisi, her pencerenin bir sol anahtarı var. Kıtalar arası vapur seyahati, dünyanın en eski ikinci metro hattı, Süleymaniye'nin güvercinleri, Justinianus'a dünyaya meydan okutan Ayasofya'sı, şairleri, saltanatları, sarayları ile  düş gibi bir şehirdeyiz. Kıymetini bilmesek de bizi bağrına basmaya, hala sürprizler sunmaya devam ediyor. Bu sürprizlerden bir yenisini yaşamak isteyenleri Nişantaşı'nda bulunan Taş Konak/ Kalyon Kültür'e davet ediyorum. 19. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen, II. Abdülhamit döneminde inşa edilen tarihi Taş Konak'ın dışı Gotik ve Barok; iç mekanı Barok ve Rokoko üsluplarıyla şekillendirilmiş bir mücevher kutusu. Evin ilk sakinlerinden şair  İhsan Raif Hanım'ın trajik yaşamı, caz üstadı Arif Mardin'in burada dünyaya gelmesi binanın sanatsal DNA'sının köklerini oluşturuyor. İçinde bulunduğumuz bugünlerde bu tarihi konak Kalyon Kültür Merkezi olarak İstanbul'un sanat gündeminin önemli bir parçası konumunda. Kar amacı gütmeyen kurumda sergiler ve bütün etkinlikler ücretsiz. 



Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler (Küratör Metni) 

Tarihsel bağlamda kentsel gelişimin özne ile yarattığı diyalog bir gerilim ekseni dahilinde gelişir. Sanayi Devrimi’nden sonra bu daha gözle görülür, neredeyse somut bir olgu haline gelmiş ve 20. yüzyılda ortaya atılmış birçok kuram, ideoloji ve manifesto bahsi geçen diyaloğun üzerinde yükselmiştir. Sanayileşen bölgelerde artan iş gücü talebi kısa sürede geniş kitlelerin yer değiştirmesiyle sonuçlanmış ve göçle ortaya çıkan yeni bir terminoloji doğmuştur. Üretim süreçlerindeki teknolojik gelişimin yanında dijital teknolojiler ve biyoteknolojik atılım öznenin mekanla ilişkisini anbean güncelleyen yeni bir tüketim algısı yaratmıştır. Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler’ i bütünleyen üç seriden biri olan tüketim yaşanılan çevreden fragmanları içeriyor. Tüketimin beraberinde getirdiği yalnızlık, melankoli, yabancılaşma, bireysellik ve aidiyet gibi alt metinler, çalışmalarda bazen metaforik, bazen de doğrudan okumalarla tanıdık ve tekinsiz bir anlatıya dönüşüyor. Bilinen bütün zamanlar boyunca insan yaşamında mekânsal, düşünsel, sanatsal ve sembolik bir paradigma yaratan mağara; olağan bir eylem olmasına karşın içsel bir yolculuğa dönüşme ihtimaline içkin yürüme; kişisel takvimimizin haritası olan yüzler; evrensel ve kimliksiz bir imge olarak ceket bu anlatının görsel sözlüğünü oluşturuyor.

Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler, gezegenin dengelerinin bozulması ve kaynaklarının heba edilmesine karşı insanın arayışlarını inceliyor. Burada organik ve katışıksız olana yönelim yine ağırlıklı olarak kent imgesi aracılığıyla görünür hale geliyor. Çünkü kent olgusu kendisine içkin bir düalite barındırıyor. Her şeyden önce kentler dünyada, iklim krizinin, ileri dönüşümün tartışıldığı, çözümün arayışının merkezi. Diğer taraftan da gezegene ilişkin bütün sorunların  kaynağı ve varlığını korumaya devam eden bir tehdit olarak yükselmeye devam ediyor. Uzay araştırmaları, farklı canlı türleri üzerine incelemeler, tıbbi stratejiler, gezegenler arası yolculuk gibi bilimle özdeşleştirdiğimiz konuların genel eğilimde kent üzerinden okunduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. İleri dönüşüm ve bu bağlamda gerçekleşen “Yolculuk” insanın bitmek tükenmez keşif tutkusunu ve yitirmediği umudunun bir tezahürü olarak vücut buluyor. Dünyanın herhangi bir yeri ve anındaki zamansız, bozulmamış formlara yönelik bir arayışın oluşturduğu temsiller kilin suyla buluşması; kağıdın yeniden kullanılması; camın kırılganlığı, ateşin ve küfün dönüştüren gücünde yaşamın sürekliliğini anımsatıyor.

Arkeolojik veriler dünyanın oluşumundan bu yana birçok canlı türünün yok olduğunu açık biçimde gösterir. İklim değişikliği, yer kabuğunun faaliyetleri bu açıdan belirleyici olmuştur. İnsanın bütün zamanlar boyunca doğaya yaptığı her türlü müdahale bir başka etkili faktör olarak karşımızda durur. Son dönemde yapılan çalışmalar genellikle modern dönem öncesi göz ardı edilse de insanın ateşin icadından bu yana gezegenin tahribatında önemli bir pozisyonda olduğu savını güçlendirir. Yine de son yüzyılda sanayi devrimiyle ortaya çıkan doğal kaynakların tüketimi tahribatı birçok alanda geri dönülemez bir aşamaya getirmiştir. İşte bütün bu süreçte ortaya çıkan bir diğer gerçeklik insanın son yüzyılda yaban hayatının detaylarına duyduğu merakın artması ve vahşi yaşamı bir tehdit olarak görmeyi bırakması şeklinde karşımıza çıkar. Üstelik bilimsel ve teknolojik varoluşuyla standartlarını savunan insan yaban hayatını belgesellerin ötesine taşımak yerinde deneyimlemek için de son derece tutkulu bir tavır sergiler. Eylemleriyle doğal yaşamı ve doğal yaşam alanlarını değiştiren insan “yeniden vahşileştirme” idealini yansıtacak çalışmaları da Avrupa’nın farklı noktalarında hayata geçirmiş durumda. Serginin bütününe eklemlenen “Yaban Hayatı” ile doğanın yeniden restorasyonuyla doğrudan bir bağ kuruyor. Sanatçılar kent yaşamında öznenin konfor alanını yaban hayatından imgelerle yeniden kurguluyor.

Öte yandan İstanbul için kentleşmenin yeni bir aşamaya geçtiği 19. yüzyılda şehrin belleğine eklenmiş Taş Konak klasik çizgileriyle,  sanatın farklı temsil biçimlerinin birlikteliğini sunan Yeni Bir Dünyayı Hayal Edenler’le tezat oluşturuyor gibi görünüyor olabilir. Fakat tam da bu gerekçelerle gezegenin son yüzyılına tanıklık ettiğinden ve hala nefes almayı sürdürdüğünden  bu hikayenin en önemli kahramanı.

Veda Busesi

19. asrın bütün zarafetini ve değişim diyalektiğini yansıtan Taş Konak'ta 23 sanatçının belleğindeki yaşanabilir dünyaya açılmak için içinde bulunduğumuz bu güzel yaz günlerini kaçırmayın. Kalyon Kültür pazartesi hariç haftanın altı günü,  11:00-19:00 saatleri arasında misafirlerini ağırlıyor. Rehberli turlara her zaman katılabilirsiniz. Adres: Rumeli Caddesi, No:8 Taş Konak, Nişantaşı/ Şişli/ İstanbul. 

















24 Mart 2023 Cuma

Tasarımıyla Fark Yaratan Müzeler


Tasarımıyla kentleri markalaştıran yapılar vardır. Sanatın gücünün teknoloji ve tasarımla buluşmasının yarattığı, deha kadar cesaretiyle de peşine düşülen yapılar. Son yıllarda tasarımıyla kentlerin sembolü olan müzeler, artık kültür yapısı olmanın çok ötesindeler...

Sanatın devrimci tavrının mimariyle buluşması kentleri belleklerde unutulmaz kılar. Mimarlık bu gizemi biraz olsun aralamanın en somut aracı olarak apaçık karşımızda durur. Sıradan bir kulübeden görkemli saraylara kadar her yapı, içinden çıktığı çağın ruhundan izler taşır. Teknoloji, gelenek, kültür, ihtiyaç ve ekonomi mimari eserin karakterine işlenir. Ayasofya’nın kubbesinden Brunelleschi’nin dehasına, Mimar Sinan’ın mekan anlayışından Corbisier’e uzanan coşkulu bir serüven mimarlığın öyküsü.  Malzemenin ve tasarımın sınırlarını zorlayan günümüz mimarlığı halen yarattığı muazzam eserlerle heyecan dolu anlatımına hızla devam ediyor. Strüktür, fonksiyon ve kültürü yansıtan son yılların en gözde yapılarıysa müzeler. Dünyanın dört bir yanından sadece koleksiyonlarıyla değil, bulundukları şehre ayrıcalık kazandıran bu müzelere yakından bakmanın tam zamanı.

Guggenheim Bilbao “Bilbao Etkisi”

İspanya’nın kuzeyinde, Bask bölgesi sınırları içinde kalan Bilbao esasen büyük sanayi kuruluşlarıyla gerçek bir endüstri şehri olarak tanımlanıyordu. Takvimler 1997’yi gösterdiğinde ABD’li Guggenheim Vakfı, New York ve Venedik’in ardından üçüncü müzesini Bilbao’da açınca şehir bir anda sanatseverlerin radarına girdi. Müzenin çağdaş sanat koleksiyonu göz önüne alındığında bu mutlaka beklenen bir sonuçtu ama müze çarpıcı mimarisiyle yalnızca sanatseverleri değil, yeni keşifler peşinde koşan seyahat tutkunlarını da büyüleyen bir fenomen haline geldi. Nervion Nehri kıyısında, 16 bin farklı bileşenle çelik iskeletli müze, yenilikçi tavrıyla mimarlık tarihinde yaşarken efsaneleşen Frank Gehry’nin imzasını taşıyor.  Titanyumla kaplı Guggenheim Bilbao, Gehry’nin sınırları zorlayan tavrının ve teknolojik arayışlarının zirvesi olarak kabul ediliyor.  Başucundaki La Salve Köprüsü ve kentsel dokunun olağan bir uzantısı gibi tasarlanan müze Bilbao’nun kültürel ve ekonomik dönüşümünde o kadar etkili olmuş ki dünya genelinde bu durum “Bilbao etkisi” olarak adlandırılmış.



Titanyumla kaplı, kıvrımlı cephesinin yarattığı ışık oyunlarıyla kilometrelerce uzaktan fark edilen yapının girişini de dünyaca ünlü sanatçıların eserleri süslüyor.  Üzeri çiçeklerle kaplı devasa boyutlardaki Yavru Köpek heykeli Amerikalı heykeltıraş Jeff Koons’un eseri. Çelik bir yapı üzerine tasarlanan heykel cam güzeli, petunya, begonya gibi çiçekleriyle yaşam enerjisini müzeye taşıyor. Fransız Louis Bourgeois’in “Anne”  temasıyla ele aldığı çelik, bakır ve mermer malzemenin bütünleştiği 9 m yükseklikteki örümcek heykeli ve Anish Kapoor’un paslanmaz çelik kürelerle tasarladığı çalışması müzenin fantastik görüntüsünü daha da öne çıkaran eserler.

Sıra Dışı Bir Meksikalı: Soumaya Müzesi

Meksika’nın başkenti Meksiko gerçek bir müzeler şehri. Şehrin mimari belleğine yakın zamanda katılan Soumaya Müzesi’yse ezber bozan görüntüsüyle bu müzeler arasında apayrı bir yere sahip. Carlos Slim Vakfı tarafından finanse edilen müze, 66 binden fazla eseri izleyiciyle buluşturuyor. 1994 yılından bu yana faaliyet gösteren müze, asıl şöhretini 2011 yılında Plaza Carso’daki yapıya taşındıktan sonra kazandı. Meksikalı mimar Fernando Romero tarafından tasarlanan yapı, 16 bin altıgen alüminyum levhayla kaplı cephesi ve çelik sütunlarla desteklenen organik formuyla kısa sürede şehrin simgelerinden biri haline geldi.  Her biri ayna etkisi yapan 16 bin çelik aynayla mücevher gibi parıldayan Soumaya Müzesi, ışıkla olan ilişkisiyle tam bir ilüzyon yaratıyor. Işığın yüzeyde dağılmasıyla, müzenin görünümü günün saatlerine ve atmosfer olaylarına göre değişiklik gösteriyor. Müzenin bulunduğu meydandaki ofis ve ticaret binaları da yine Fernando Romero’nun imzasını taşıyor.


 Müzeyi Meksika’ya armağan eden, Mekasikalı iş insanı ve koleksiyoner Carlos Slim.  Yapının adı da Carlos Slim’in 1999’da hayata veda eden eşi Soumaya Slim’in anısını yaşatmak üzere seçilmiş. Kar amacı gütmeyen müze, Meksiko’nun alışılagelen yapılarının arasında organik formu ve bitmeyen ışıltısıyla neredeyse bir heykel gibi yükseliyor.

Soumaya Müzesi çevresine ilham veren ikonik dış cephesi dışında sanat tarihinin etkileyici isimleriyle dolup taşan koleksiyonuyla da sanatseverlerin çekim alanında. Rönesans’ın büyük ustası Leonardo Da Vinci, Sandro Botticelli, Artemisia Gentileschi, El Greco, Tintoretto, Esteban Murillo, Henri Matisse, Auguste Rodin, Pablo Picasso, Salvador Dali müzenin daimi koleksiyonun ünlü isimlerinden bazıları. Soumaya, Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in heykellerinden oluşan geniş bir koleksiyona da sahip.

Kristal Bir Meydan Okuma: Royal Ontario Müzesi

Toronto’da 1914’te kurulan Royal Ontario Müzesi (ROM), sanat, doğa tarihi ve dünya kültürüne uzanan koleksiyonuyla hep ilgi odağı olmayı başardı. Amerika’nın en iyi 10 kültür kurumu arasında bulunan ve Kanada’nın en kapsamlı müzesi 40 galeri ve sergi alanıyla, yaklaşık 13 milyon sanat eseri, kültürel obje ve doğa tarihi örneklerinden oluşan bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor.


Müzenin ilk yapımı, Toronto’da 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kurumsal binaların çoğunda imzası bulunan Frank Darling ve John A. Pearson’ın tasarımıydı. Günümüzde batı kanadını oluşturan bu bölüm, klasik mimari üsluplardan Romanesk’in eklektik anlayışla yeniden yorumlanması üzerine kurulan, kütlesel bir forma sahipti. Müzenin koleksiyonu ve araştırma alanlarındaki misyonu arttıkça, kapasitesinin arttırılması için çözümler arandı. Queen’s Park’a bakan doğu kanadı için bu defa yine Torontolu mimarlar olan Alfred H. Champman ve James Oxley’in tasarımıyla ilk büyük genişletme projesine başlandı. 1933’te tamamlanan bu yeni mekanda neo-Bizans stilini yansıtan cephe ile Art Deco’nun bir sentezi yaratılmaya çalışılmıştı. Bu dönemde eklenen cam mozaik tavanlı rotondada altın yaldızlı uygulama tamamen Bizans esintileri taşıyordu ve yapının ilk tasarımından tamamen farklıydı.

Takvimler 2002’yi gösterirken, ROM’da asıl çarpıcı değişim için girişimler başladı. Büyük değişimler ve yenileme hedefiyle yola çıkılmıştı ve projeye ROM’un Rönesans’ı adı verildi. Açılan uluslararası yarışmada Daniel Libeskind’in tasarımı ipi göğüslemeyi başardı. Müzenin sergi salonlarında ve galerilerinde büyük bir yenileme gerçekleşti. Ama projenin asıl sürprizi, asıl yapıya eklemlenen ve dev kristal yapıydı. Queen’s Park Caddesi’ne bilinmeyen bir dünyadan fırlatılmış gibi duran bu nefes kesici kristalle müze büyük ölçekte bir sansasyon yaratmayı başardı. Lee-Chin Kristali olarak anılan yapı cam ve çeliğin bileşiminden meydana gelen ve farklı işlevleri olan beş bölümden oluşuyor. Kristalin iskeletinde 3500 ton çelik, 38 ton cıvata kullanılmış ve yaklaşık 38000 metreküp beton dökülmüştür.

Günümüzde Kanada’nın en çok ziyaret edilen müzesi olan ROM, koleksiyonu kadar Libeskind’in mimari dehasını yansıtan kristaliyle de ilgi odağı. ROM’un Rönesasans’ı projesi tamamlandığında 270 milyon Kanada dolarına mal olmuştu. Maliyetin 30 milyon Kanada dolarlık kısmını müzenin sembolü haline gelen kristale adı verilen, milyarder iş insanı Michael Lee-Chin tarafından bağışlandı.

Futuristik Formun Cazibesi: Niterói Çağdaş Sanat Müzesi

Rio de Jenario’dan deyince insanın aklına, rengarenk karnavallar, sonsuz eğlence, Kopakabana gibi plajlar ve tabi ki futbol geliyor. Rio de Jenario farklı kültürlerin buluştuğu büyük bir eyalet olarak Brezilya’da ayrı bir yere sahip. Rio de Jenario sınırları içinde kalan Niterói ülkenin varlıklı kesiminin yaşadığı, huzurlu bir şehir. Billur gibi plajlarla çevrili şehrin sembolüyse 1996 yılında inşası tamamlanan Niterói Çağdaş Sanat Müzesi. Guanabara Körfezi’nde, romantik bir kumsalın bitimindeki kayalık alan üzerinde yükselen müzenin tasarımı, modern mimarinin önemli temsilcilerinden biri olan Oscar Niemeyer’a ait.


 50 metre çapında ve neredeyse 2 bin metrekare alanıyla dairesel gövde ilk bakışta yer çekiminden bağımsız bir görüntü çiziyor. Kaya parçasının üzerinde yarattığı güçlü formuyla manzarayla bütünleşip farklı bir müze algısı yaşatıyor. Dairesel formuyla, deniz ve adalarla çevrili manzaraya konmuş bir uzay gemisi gibi görünen müze Niemeyer’in hayal gücünün sınırlarında dolaşan eserlerinin başında geliyor.

Bir kumsalın ucunda, uçan daire biçiminde bir müzeye girmek bile yeterince heyecanlıyken, girişte yer alan 98 metrelik yakut kırmızısı, kıvrım kıvrım bir  rampadan yürümek gerçekten farklı bir çağa yol almak gibi hissettiriyor. Dört kattan oluşan müze binası denizin ve gökyüzünün doğal güzelliğinin de sergilemeye dahil olmasıyla sonuçlanan bir ziyaret vaat ediyor. Müzede Guanabara Körfezi’ni avuçlarınıza bırakan bir bar ve restoran da mevcut.

Niterói Çağdaş Sanat Müzesi’nin mimarisine gizem katan bir diğer unsur binanın ayağını çepeçevre kuşatan havuz. 817 metrekare genişliğindeki bu su aynası hem yapının denizle olan ilişkisini vurguluyor, hem de yarattığı yanılsamayla hafiflik hissi yaratıyor.

Brezilya çağdaş sanatının seçkin örneklerini koleksiyonunda barındıran müze ,açıldığı günden bu yana dünyanın mimari harikalarından biri olarak kabul ediliyor.

Louvre Müzesi: Klasikten Geleceğe

Paris’in cazibesinin vazgeçilmez parçası hiç şüphesiz Sen Nehri’nin kenarında süzülen Louvre Müzesi. Fransa’nın ilk devlet müzesi olma özelliğini elinde bulunduran Louvre’un yapılış öyküsü 12. yüzyıla dek uzanıyor. Fransız İhtilali’yle sarayın kaderini tümden değiştiriyor ve Louvre bütün zamanların en popüler müzelerinden biri haline geliyor. Erken dönemlerden 21. yüzyıla kadar sanat tarihinin her döneminden eserler içeren koleksiyonuyla hep gündemde kalmayı başaran müzenin mimari gelişimi ise ayrı bir tartışma konusu.

Yapıldığı andan zamanımıza kadar Louvre’da o kadar çok yenileme ve genişletme çalışması olmuş ki özellikle klasik dönemin farklı üsluplarını yapıda izlemek mümkün. Fakat Louvre’un görünümündeki asıl kökten değişiklik 1989 yılında avluya eklenen cam ve metalden yapılan ikonik piramitle beraber gerçekleşiyor.


Modernizmi saf bir estetik olarak yorumlayan Çin kökenli Amerikalı mimar  Ieoh Ming Pei’nin müzenin girişindeki karmaşayı çözmek için büyük tartışmalara yol açan bir tasarıma gider. Giriş çıkışla ilgili bölümü yerin altına alır ve müzenin farklı bölümlerinin bağlandığı merkez bir nokta haline getirir. Ve bu giriş atriumunun üzerine bir büyük, üç küçük cam piramit kondurur. Louvre’un tam kalbine, Napoléon avlusuna yerleştirilen  20,6 metre yükseklikteki cam piramit gün ışığının iç mekana nüfuz etmesine imkan verir. Öte yandan tarihi yapının bağrında olanca haşmetiyle yükselen piramit yapının klasik çizgileriyle tamamen zıt bir görüntü çizer. Louvre’un piramidi yoğun eleştirilere maruz kalır. Öyle ki bazıları bunu skandal olarak addeder. Fakat izleyici Louvre yapılan 20. yüzyıl  dokunuşunu görmek için uzun kuyruklar oluşturur. Cam piramit, müzenin paha biçilemeyen  La Gioconda, Milo Venüsü, Samotrake Nikesi gibi eserleri kadar şöhrete kavuşur. Çok satan romanlara ve filmlere konu olur. Ieoh Ming Pei’nin piramidi kendi mitsel evreninde bugün de merak uyandırmaya devam ediyor.




Not:  Vogue Türkiye Ağustos 2021 sayısı için kaleme aldığım tasarımıyla öne çıkan müzeler konulu yazı. 



28 Şubat 2023 Salı

50. Yılında The Godfather'la Atlas'ta Randevulaştık!

 Geçtiğimiz yıl The Godfather efsanesinin perdede hayat buluşunun 50. yılıydı. 2021 Aralık ayından itibaren bütün dünyada efsane üçlemenin ilk filminin gösterime gireceği haber medyada yankılandı. Biz de İstanbul semalarına açtık ellerimizi bir umut, 50. yılında "Marlon Brando da bizi görecek mi?" diye bekledik. Bu arada ne oldu; Francis Ford Coppola sağına Al Pacino, soluna Robert de Niro'yu Oscar'a töreninde boy gösterdi. Yıllardır The Godfadher'dan gelen alkışa doydukları ve biraz da yaşın verdiği o kusursuz iç huzuruyla Francis Ford Coppola Oscar sahnesinde sözünü sakınmadı tabi ki: 

 "Bu gibi anların samimi ve kısa olması gerektiğini düşünüyorum ve harika arkadaşlarımın buraya gelip sizinle bu kutlamaya katıldıkları için minnettarım. 50 yıl önce bu proje sıra dışı insanları bir araya getirdi. Birçoğu efsane ve o kadar çoklar ki hepsini sayamam ama hepsini iyi tanıyorsunuz. Bu yüzden yalnızca iki kişiye kalbimin derinliklerinden teşekkür edeceğim" dedi ve haliyle herkes bu olağanüstü ekipten kimlerin teşekküre layık bulunduğunu merak etti. Copolla bu meyanda bir sürpriz yaptı ve The Godfather romanının yazarı Mario Puzo'ya ve filmin yapımcısı Robert Evans'a teşekkürlerini sundu. Yönetmen sözlerini "Yaşasın Ukrayna" diyerek gündemdeki en önemli konuya dokunarak tamamladı. 


Copolla'nın teşekkürü filmin yapım aşamasını bilen herkesi şaşırtmıştır eminim. Gerçi geçtiğimiz yıl yayınlanan mini dizi The Offer ile konunun önemli bir bölümüne herkes hakim oldu sanırım. Filmin ve öncesinde romanın serüvenini bilmeyenlere kısa bir özet geçeyim. 

Sahi Mario Puzo kimdir?

Mario Puzo 1920'de New York'un Batı Yakası'ndaki göçmen gettolarından birinde doğdu. Demiryolu işçisi babası şizofreni tanısıyla hastaneye yatırılınca anne Maria yedi çocuğu ile hayata tutunmaya çalıştı. Büyük buhran ve büyük savaşın gölgesinde gelip giden sarkaçta ayakta kalmak kolay değildi. İtalyan mafyasının Amerika'da iyiden iyiye kök saldığı bu dönem Mario'nun içinde büyüdüğü ortamın genel panoramasını oluşturuyordu. Dramatik göçmen hikayeleri, annesinin gayreti, yeşermekte olan Amerikan rüyası Mario Puzo'nun çocukluğunun ta kendisiydi. 

Puzo yazım alanındaki ilk eserlerini 1950 civarında verdi. Bu arada II. Dünya Savaşı sırasında ABD hava kuvvetlerinde görev aldı ve ABD'nin ilk ücretsiz yüksek öğrenim kurumu olan City College of New York'ta eğitimini tamamladı. 1955 yılında Türkçeye Karanlık Arena olarak çevrilen The Dark Arena'yı yayımladı. Savaşın siviller üzerindeki dramatik etkisini anlattığı roman savaş sonrasının Almanya'sında geçen olay örgüsüyle yazar için beklenen çıkışı yaratamasa da eleştirmenler tarafından umut verici olarak kabul edildi. Devam eden yıllarda dönemin pek de prestijli olmayan erkek dergilerinde editörlük yaptı. Farklı mahlaslarla macera hikayeleri neşretti. 1960'ların ortalarında halen yazar olarak büyük bir etki yaratamamıştı. Beş çocuğuyla geçim sıkıntısı çekiyordu ve gırtlağına kadar borç içindeydi. 

1969 yılında The Godfather/ Baba'yı yayımladığında pek iç açıcı olmayan hayatında rüzgarı tersine çevirmeyi başardı. Kitap 67 hafta süresince New York Times'ın çok satanlar listesini işgal etti. Dahası sadece iki yılda 9 milyon satış rakamına ulaştı. Fakat göçmen İtalyan ailesinin Amerika'daki büyük suç örgütüne dönüşmesi hikayesi mafyayı rahatsız etti. Yine de sineye çekilecek bir tarafı vardı. Bu bir kitaptı ve eninde sonunda kısıtlı bir kitleye hitap edecekti. 

Hollywood'un altın çağının geride kaldığı bu dönemde büyük film stüdyoları edebiyat uyarlamalarına daha fazla önem verir olmuştu. Paramount Pictures'tan bazı yetkililer The Godfather'ın sıradan bir mafya hikayesinin ötesinde olduğunu keşfetmiş ve Puzo ile anlaşmak için çeşitli yolları denemeye başlamıştı. Puzo'nun menajeri gelen ilk teklifi reddetti. Gel gelelim stüdyo bu defa yazarla temasa geçti. Puzo teklifin düşüklüğüne aldırmadan çeki kabul etti. Ekonomik durumu hiç parlak değildi.



Senaryo aşamasına gelindiğinde Puzo'nun kitabı senaryolaştırmasının pek kolay olmadığı anlaşıldı. Yapımcı Albert Ruddy işi hızlandırması için Francis Ford Coppola'yı da senaryo aşamasına dahil etti. Puzo ve Coppola'nın imzasını taşıyan metin 45. Oscar Ödüllerinde (1972) en iyi uyarlama senaryo kategorisinde heykelciği kucaklayacaktı. 

Oscar Gecesinde Bir Apaçi!

Filmin oyuncu seçimleri de ayrı bir sorun kaynağıydı. Puzo ve Coppola'nın hayalindeki oyuncularla Robert Evans'ınkiler asla birbirini tutmuyordu. İlk kriz Al Pacino için yaşandı. Stüdyo Al Pacino'yu sevimsiz ve yetersiz buluyordu. Öyle ki bunu o kadar dillendirdiler ki bu tatsız söylemler genç Pacino'nun kulağına kadar gitti. Pacino'ya karşı önerilen isimlerin arasında Silvester Stallone'nin bile adı geçtiği düşünülürse Coppola'nın ısrarına müteşekkir olmamak imkansız. 

Stüdyonun muhalefet ettiği diğer isim Marlon Brando'ydu; kaşesi yüksekti ve eski popüler günleri çoktan geride kalmıştı. Brando'nun Vito Corleone karakterini canlandırması konusundan en ateşli direniş Puzo'dan geldi. The Godfather'in filme alınması fikrinin yeşerdiği ilk andan itibaren bunun hayalini kuruyordu. Baba'yı Marlon Brando'dan başkasına oynatmak düpedüz delilikti. Yapım şirketinin muhalefetine rağmen Puzo aktöre dokunaklı bir mektup yazıp, hayalindeki Vito Corleone'den söz etti. Brando film ekibiyle görüşmeyi kabul ettiğinde yakışıklı yüzünü çoktan sarkık yanaklarla değiştirmiş, saç rengini bir Akdenizliye yakışır biçimde siyaha boyamıştı. Coppolla, Brando'yla yaşadığı bu çarpıcı sahne sonrasında stüdyoyla ciddi bir kavgaya tutuştu Puzo haklıydı. Marlon Brando önce rolü, sonra bu rolle Oscar'ı aldı. Tarihin en çok ilham veren kurgusal karakterinin yaratımında aktörün payı büyüktü. Stüdyo yanılmıştı. 


Oscar gecesi gelip çattığında Akademi, Marlon Brando'yu en iyi erkek oyuncu olarak taltif etti.  Ve Brando uzun ve başarılı kariyerindeki ilk Oscar'ı almaya Sacheen Littlefeather isimli bir Apaçi gönderip ödülü Akademi'ye iade edince ortalık bir miktar karıştı. Sinema tarihinin en sansasyonel protestolarından birine imza atmış oluyordu. 

Yine de The Godfateher efsanesi başlamıştı ve stüdyo ellerini ovuşturuyordu. Hasılat göz kamaştırıcıydı ve her vesileyle yeniden gösterimlerle gelir elde etmeye devam ediyordu. Hala da ediyor. Hal böyle olunca serinin ikincisi ve üçüncüsü de çekildi. Video oyunu bile yapıldı. Film bugün bütün zamanların en iyi üçlemesi olarak anılmasının yanında birçok prestijli listede tarihin en iyi 10 filminden biri olarak gösteriliyor. 

Kutlamalar Aşkına: 50. Yıl

Yazının taa en başında da dediğim gibi The Godfather'ın 50. yıl etkinliklerini duyduğumda kalbimde tusunamiler oldu, fırtınalar çıktı. Seneler evvel Beyoğlu'nda bir kitapçıda Puzo'nun kitabını elime alışımdan başlayarak Baba'lı anılar zihnimde sürüklendi. Böyle güçlü fenomenlere hayranlık duyanlarda "en büyük hayran benim" kafası yaşanır içten içe. Haliyle bu beni de prangalarla bağlamış bir düşünce. Önce kitaba vurulmuşum, defalarca okumuşum. Bazı pasajlarını ezberden okurum yani o derece. Edebiyat uyarlamalarında ruhumuz berelense de Copolla ve Puzo beni hiç üzmemiş. Her sayfayı okurken nasıl hayal ettiysem, izlerken neredeyse aynısını bulmuşum...Tabi yaş yetmemiş film hiçbir vesileyle sinemada görülememiş. İşte bu 50. yıl, ufukta yanıp sönen deniz feneri olarak Baba'yı sinemada izleme ihtimalini yaratmasıyla haritama işlenmiş duruyor. 

Ha geldi ha gelecek derken, İstanbul Film Festival'inde iki seansçık bir lütufla bilet peşine düşüyorum. Afişlerde "Ona reddedemeyeceği bir teklif sunacağım. " sahnesiyle Vito Corleone racon kesiyor. 11 Nisan 2023 tarihi 21:30 seansına Atlas Sineması'nda büyük randevumuz ayarlanıyor. Atlas Sineması çocukluğumdan itibaren en sevdiğim salon. Eve beş  dakika ve benim için tam bir anılar kumbarası. Restorasyondan sonra hiç gitmedim, hatırladığım gibi değilse ihtimali hep aklımı meşgul ediyordu çünkü. 

Kafamda deli sorularla ve böyle yazıp çizmekten bitap düştüğüm Nisan akşamında gittik Atlas'a. Caddeye kadar uzanan, kıvrılan, bükülen bir Corleone kuyruğu. Festivalin en kalabalık gösterimi olarak istatistiklere kaydedilen bir seans. Bileti olan kelebek gibi uçuyor, olmayan kara borsaya razı. Deli gibi bilet soruyor herkes birbirine. 



Tarihi salonda locaya geçip oturduk. Salonda iğne atsanız iğnenin gidecek yeri yok bir kalabalık. Açılışta perdede ilk Mario Puzo yazısı belirdi.  Fonda malum Nino Rota'nın artık tarihe mal olan müziği çalıyor. Bütün salon şuursuzca alkışlıyoruz, alkışlıyoruz ve alkışlıyoruz...İnanın salonun yarısından fazlası ağlıyor bu anda. Ben de dahil. 

İlk defa izler gibi kimsede çıt yok. Tom Hagen'in soğukkanlılığına yine bayıldım; Mike'ın adamları indirdiği restoranda yine yemek yemek istedim; Luca Brasi'nin son saniye kurtulacağını ümit ettim (Katiller film karakteriyse sevilebilir kanımca). Tessio'nun hain çıkması yine kalbimi kırdı, ki onu da ayrıca severim. Brando'nun performansına, Copolla'nın mekan algısına övgüler her zamanki gibi yetersiz kalıyor tabi. 

Veda Busesi

Film biterken yine alkışladık, alkışladık, alkışladık...Kendime ayırdığım fevkalade bir üç saat! Bu meyanda üç saatlik filme beş dakika arayı çok görenler sizi de anmadan edemeyeceğim. Bu festival kafası ne ilginç şekilde işliyor arkadaş. Üre kanımıza mı karışsın istiyorsunuz? Salondan çıkışta bu defa tuvalet kuyruğu kapıya kadardı. Festival filmlerinde ara olmaz diye bir kanun mu var? Her festival beni benden alan bir konu bu. Hadi var diyelim; yahu bu film neredeyse üç saat. Reklamıydı, tanıtımıydı, festivale övgüsüydü derken üç saati de geçti haliyle. Festival izleyicisinin çişi gelmiyor gibi bir kanıya nasıl kapıldınız? 

Atlas Sineması güzel ama eskiden çok daha fazla güzeldi. Hala İstanbul'un en güzel sineması kendisi. Salondan çıktığımda uykusuz 29. saatimdi fakat filme ayırdığım vakte asla pişman olmadım. Beni ancak o salonu dolduranlar anlar. 

Bir dost tavsiyesi; klasikleri bir kenarda unutmayın. Ara ara tazeleyin. Hayat kötü filmler izlemek için çok kısa. 







13 Aralık 2022 Salı

İhtişamın Mütevazı Ressamı: Bronzino


Rönesans’ın isyankar eğilimi Maniyerizm’in Medici sarayındaki temsilcisi

Bronzino. Gizemli alegorik tabloların, sofistike portrelerin yaratıcısı. İhtişamı

sınırlı bir zarafetle yansıtan, saray portreciliğini çağdaş biçimde yorumlayan

bir Rönesans ustası.


Agnolo Bronzino, Rönesans’ın zaferini ilan ettiği, sanata, siyasete ve hayata

karıştığı 1503 yılında Angelo di Cosimo adıyla Floransa’da dünyaya gelir.

İlerleyen yıllarda saçının ya da teninin rengi sebebiyle Bronzino olarak anılacak

ve kendisi eserlerini bu isimle imzalayacaktır.

Dönemin Floransa’sı sokaklarında ünlü ressamların ve filozofların dolaştığı,

çarşılarında dünyanın dört bir yerinden gelen lüks ve egzotik ürünlerin yer

aldığı, devingen mizaçlı ve enerjik bir şehirdir. Ailesi yeteneğini fark edince ilk

eğitimini almak üzere Raffaellino del Garbo’nun atölyesine verilir. Del Garbo

atölyesi çoğunlukla dini eserler üreten ve Rönesans ilkelerini sıkı sıkıya

uygulayan bir yapı olarak çocuk yaştaki Bronzino’ya mükemmel bir altyapı

kazandırır. Eğitim hayatında asıl mihenk taşı Maniyerizm üstadı Pontormo ile

yolunun kesişmesiyle gerçekleşir. Pontormo ile birlikte Bronzino özgün

üslubunu inşa eder ve Florasa’nın varsıl sanat hamisi Medici ailesinin dikkatini

üzerine çekmeyi başarır.

16. yüzyıl Avrupa’da Mediciler’in geniş kitlelerce tanındığı, Floransa’da da siyasi

ve ekonomik bakımdan güçlendiği bir süreçtir. 1539’da Bronzino, bankacılık

faaliyetleriyle uğraşan ve Floransa’yı kültür ve sanat merkezi haline getiren bu

ailenin resmi ressamı olarak görevlendirilir. Aynı tarihte sanatçı, Floransa

büyük dükü I. Cosimo de Medici’nin, İspanya Valisi’nin kızı Eleonora di

Toledo’yla gerçekleşecek düğün organizasyonunun dekorasyonunu üstlenir.

Rönesans insanının çok yönlü dehasının bir temsilcisi olarak üzerine aldığı

görevi özenle yürütür. Bu çalışmalar sırasında hem I. Cosimo de Medici’yle hem

de Eleonora di Toledo’yla ilişkileri sağlamlaşır ve iş ilişkisi aynı zamanda

dostluğa dönüşür.


Bronzino bu dönemde kutsal kitap sahnelerinin yanında portreciliğiyle de adından söz

ettirmeye başlar. Portreleri duru bir netlik ve katışıksız bir mükemmellik

idealini yansıtır. Özellikle Toledo di Eleonora için yaptığı portreler, yeni bir

temsil geleneği yaratma konusunda çığır açar.

Toledo’lu Eleonora’nın oğlu Giovanni ile birlikte resmedildiği tabloda

duygulardan azade edilmiş iki hanedan mensubunu görürüz. Anne ve çocuk

arasındaki şefkatin yerini, izleyiciyi de saran resmiyet almıştır. Asalet simgesi

beyaz tenleri sedef kadar donuk, giysileri Floransa’nın en ihtişamlı ailesine

yakışır zenginliktedir. Düşesin elbisesindeki brokar kumaşın ağırlığı ve sertliği,

ellerin üstüne gelen bölümdeki ipekli kumaşın narinliği, işlemelerdeki özeni

hissetmemek olanaksızdır. Duruşundaki kusursuzluğu sağlamak için sert bir

korse giymiştir. Bilindiği gibi vücudu ikonik bir forma sokan korselerin

Avrupa’daki yükselişi tam da 16. yüzyıldır. Cenaze kostümü de dahil olmak üzere

bu korselerin erken kullanıcılarından biri Eleonora’dır. 


Düşesin elbisesinde

dikkati çeken stilize nar motifi onun anneliğine bilinçli olarak yapılan bir atıf olarak karşımıza çıkar.

Eleonora Doğu’dan gelen kumaşlara olduğu kadar, şöhreti Avrupa’ya yayılmış

İtalyan dokumalarını da tercih ediyordu ve işleme ustalarının en iyileriyle

çalışıyordu. 23 yaşındaki düşesin mücevherleri de Medici kimliğini ve

Eleonora’nın anneliğini, dolayısıyla Medici hanedanının kalıcılığını vurgulamak

üzere seçilmişti. Boynundaki büyük ve biçimli inciler Eleonora’nın güzelliğinin

yanında erdemli bir kadın olduğunu vurguluyor. Elbisenin omuzlarındaki altın

işlemeler ve saçlarını topladığı file de incilerle bezenmiş. İspanyol tarzında

fileyle geride toplanmış saçları inci küpelerini görünür kılıyor. Düşesin

mücevherleri incilerden ibaret değil, boynundaki inciler büyük bir elmasla

sonlanıyor. Belinde de elmas ve yakutlarla süslü bir kemer takıyor. Eleonora’nın

mücevherleri, Medici sarayının kuyumcusu ve heykeltraşı Benvenuto Cellini’nin

tasarımıdır. Düşesin giysi ve mücevher tercihleri bilinçli bir mesaj içerirken,

Bronzino’nun portre için seçtiği malzeme de aynı amaca hizmet eder.

Sanatçının fonda kullandığı mavi, lapis lazuliden elde edilen bir pigmenttir.

Rönesans boyunca pahalı olması sebebiyle çoğu zaman sadece Meryem Ana’nın

elbiselerinde kullanılan maviden ressam, katı bir zarafet içindeki Eleonora için

alışılmadık bir fon oluşturmayı seçmiştir. Figürü çarpıcı biçimde öne çıkaran fon, düşesin

başının etrafında bir aydınlık alan oluşturur. Dinsel resimlerdeki haleleri

anımsatan bu uygulama izleyiciye figürlerin erişilmezliğini bir kere daha

anımsatır.



İspanyol kökleriyle gurur duyan Eleonora, siyasi evliliklerin normal olduğu bir

devirde, kaderin cilvesiyle aşk evliliği yapmış şanslı bir kadın figürü olarak

karşımızda durur. Kritik dönemlerde kocasının görevlerini üstlenmiş, 11 çocuk

doğurarak Medici tahtını güvenceye kavuşmasını sağlamıştır. Düğün

merasiminden itibaren tıpkı eşi gibi İtalyan sanatçılarla sağlam ilişkiler kuran entelektüel bir karakterdi.

Bronzino, düşesin bugün dünyanın farklı noktalarında sergilenen birçok

portresini yaptı. Günümüzde Prag’ta yer alan Eleonora di Toledo tablosunda,

düşes kırmızı ve İspanyol tarzı bir elbiseyle görülür. Elbisenin omuz kısmındaki

incili detaylar Medici hanedanına bir gönderme ve düşesin istikrarlı tarzının bir

tekrarıdır. Ressam bu defa parmağındaki yüzüklerle ve elinin pozisyonuyla

Eleonora’nın tarihi rolüne dikkat çeker.



Not:  Vogue Türkiye Ekim 2021 sayısı için kaleme aldığım Bronzino'lu yazı.